Otoriteye psikolojik olarak bel bağlamadan yaşamak mümkün müdür? Bu bizim dışımızdaki bir otorite olabilir, hatta kendi deneyimlerimizden doğan bir otorite olabilir. Jiddu Krishnamurti’ye göre anahtar soru budur. Onun bu soruya cevabı, mümkündür şeklindedir ve ona göre ancak bu yolla insan gerçekle tam bir temas kurabilir.
Krishnamurti klasik anlamda bir düşünür değildir. O kuramlar ortaya atmakla veya kendi görüşlerini savlamakla ilgilenmedi. Yine de yaptıklarının felsefeyle yakından bağlantısı vardır. Dinleyicilerine inançlarının dayandığı varsayımları kendisinin yaptığı gibi eleştirel yolla sorgulamalarını salık veren Sokrates gibi Krishnamurti de dinleyicilerine kendilerine ve dünyaya dair deneyimlerinin dayandığı varsayımları eleştirel sorgulamaya tabi tutmalarını önerir. Başka bir deyişle, Sokrates, bugün bizim eleştirel düşünce (ya da basitçe felsefe) dediğimiz şeyi teşvik ederken, Krishnamurti eleştirel bakışı (ve bazen kendisinin seçimsiz farkındalık dediği şeyi) teşvik eder.
Öğrenmemiz gereken tek şey otoriteyi sorgulamak değil midir? Bu kadar ileri gidebildik mi? Sorgulamamız hâlâ ciddi ölçüde sınırlı mı? Çağdaş felsefeciler ve felsefe öğrencileri sorgulama sürecini olabildiğince ileriye taşıdıklarına inanmaya yatkınlar. Hatta çoğu onu fazla ileriye taşıdığımız görüşünde. Fakat bu noktaya kadar bizler esasen sadece aşikâr, açık görüşleri sorguladık. O görüşlerin yanı sıra kabullendiğimiz ama sorgulanması gereken şey yok mu? Eğer varsa aşılması gereken bir engel olarak önümüzde durmaktadır.
Krishnamurti şüphelenme konusunda yeterince mesafe kat etmediğimizi savunuyor. Sorgulamamızın ciddi ölçüde sınırlı olduğunu ve bunun üstesinden gelmemiz gereken büyük bir sorun oluşturduğunu düşünüyor. Haklı olmaz mı?
Krishnamurti eleştirel bakışı öneren ilk kişi değildi. Buddha gibi başkaları da aynı bakışı öne sürmüşlerdi. Ne var ki Krishnamurti’nin yaklaşımı farklıydı ve belki de şüpheci felsefecilere ve felsefe öğrencilerine daha uygundu. Öncelikle Krishnamurti çok az düşünürün ulaşabildiği ölçüde otorite karşıtıdır. İnançlara ve kuramlara yüz vermez. İnsanların kendilerini kurumsal bir ortamda ya da ruhsal bir disipline bağlı kalarak incelemelerini teşvik etmez. İnsanların kendilerini incelerken önceki denemelerde öğrendiklerine bel bağlamamaları gerektiğini düşünür. “Doğru olanı görmek için ihtiyacımız olan özgürlük bilinenden kurtulmaktır” der. Ve bize çağdaş bir söylemle seslendiği için onun sözlerini anlamamız kolaylaşmaktadır.
Krishnamurti akademik felsefeyi pek kullanmaz. Hatta bazen onu zaman kaybı diye bir kenara atar. Daha kötüsü, bu felsefenin geliştirdiği kuramların insanların kendilerini anlamalarına engel teşkil ettiğini de düşünür. Öte yandan bu kitapta yer alan yazıların kendi deneyimlerini ve davranışlarını irdeleme çağrısına uymuş kişilere ifşa edeceği üzere, Krishnamurti’nin sözlerinin çoğu felsefeyle derinden ilintilidir. Bu ilinti onun sunacak kuramlarının olması veya sunulmuş kuramları eleştirmesi dolayısıyla söz konusu değildir. Krishnamurti içgörüye odaklanır. Hoca olarak onun becerisi içgörüleri kolaylaştırmasıdır. Okurlarının kazanmasına yardım ettiği içgörülerin çoğu temelde çağdaş felsefeyle, özellikle insanın öznelliği ve değerleriyle ilintilidir. VE o, insani durumla ilgili içgörülerin edinilmesini kolaylaştırmaktadır.
Krishnamurti bir teorisyen olmaktan ziyade geleceği gören bir hocadır. Gördüğünü düşündüğü şeyler arasında hemen hemen herkesin bilincindeki “gözlemci” ve “gözlemlenen” ayrımını doğuran içsel çarpıklık taşıyan kimi psikolojik yapılar vardır. Ona göre bu bölünme hem bireyin içsel çatışmasının hem de bir bütün olarak toplumdaki çatışmanın asıl kaynağıdır. Krishnamurti bu zararlı yapıları ortadan kaldırmanın, daha doğrusu onları yıkılmasını hızlandırmanın bir yolu sunar. Nitekim bu kitaptaki yazıları da bu amacı taşımaktadır: İnsan bilincinde radikal bir dönüşüm gerçekleştirmek. Krishnamurti yazmaktan ziyade konuşmayı tercih eden biridir. Bu kitaptaki seçki metinlerin hepsinin kaynağı olan konuşmaları ders niteliğinde değildi; onun yerine, kendisiyle birlikte dinleyicilerinin deneyim veya davranışın aynı yanına odaklandıkları bir diyaloğa girme çabasıdır. Onun konuşmaları aslında yönlendirilmiş meditasyondur. Yani, Krishnamurti’nin dinleyicileriyle -sizinle- birlikte deneysel bir süreçten geçme çabasıdır. Bu sürecin sonunda kendi deneyimlerinizle ilgili anlayışınız ve onun davranışlarınız üzerindeki etkisi açıklık kazanacaktır. Burada edisyondan geçirilip yazıya dökülen konuşmaları okurdan sıra dışı taleplerde bulunmaktadır; özellikle okur felsefi görüşler öne sürer gözüken bir şey okurken kuramsal sözler arama alışkanlığa sahip bir felsefeciyse. Krishnamurti’nin düşüncesinde kuramsal hatlardan ziyade sözgelimi özdeşleşmenin doğası ve onun benliğin oluşumundaki rolü üzerine önemli içgörülere açılma söz konusudur. Krishnamurti bu içgörülere sahip olmak için insanın yeni bir gözle bakmasını öğütler.
Krishnamurti kendine özgü bir sesle konuşuyor. Otoritenin amansız bir düşmanı olarak doğrudan güncel deneyimlere odaklanır. Kitapları ve teorileri tartışmayı reddederek insanları özellikle diğer insanlar, nesneler ve etkinliklerle ilişkilerinde kendilerine bakmaya teşvik eder. Kendilerini gözlemlediklerinde göreceklerinin onlara yeteceğini savunur. Kendimizi bilindik yollarla anlama alışkanlığından muzdarip olan bizler deneyim düzeyinde bile teorilere saplanmış durumdayız. Krishnamurti insanları bir şeye takılıp kalmaktan kurtulmaya, düşüncelerinin derinlerine kök salmış kalıpları kıracak içgörüler edinmelerine son derece yardımcı olmaktadır. Başka bir deyişle onun önemsediği husus gözlemlerinin kuramla ilintili olması değil -her ne kadar çoğu zamlan ilintili olsa da- daha ziyade hayatla ilintili olmasıdır. Onun niyeti kendilerini ve içinde yaşadıkları dünyayı tutkuyla anlama çabasındaki insanlarla yakın ilişki kurmaktı. Bu ilişkinin can alıcı noktası insanın kendisi olmasının ve bu dünyada yaşamasının ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmaktır. Benim görüşüme göre Krishnamurti bu noktada, çok az insana nasip olmuş bir başarıya imza atmıştır.
Felsefeciler ve felsefe öğrencileri hiç kuşkusuz kendilerini ve içinde yaşadıkları dünyayı hevesle anlama çabasında olan insanlardır. Çoğumuz hayatımızın önemli bir kısmını bu çabaya adarız. Öte yandan Krishnamurti’nin salık verdiği cinsten bir arayışa, sorgulamaya ne kadar az zaman ve enerji harcadığımızı görünce şaşırabiliriz. Bunun nedeni ise Krishnamurti’nin temel felsefe meselelerine yaklaşımı rasyonel söylemden ziyade medidatiftir. Dolayısıyla felsefecilerin ve felsefe öğrencilerinin bu kitabı ne ölçüde ciddiye almaları gerektiği sorusu, onların geniş anlamda felsefi olan ama alışageldikleri felsefe türünden çok farklı bir yaklaşımı denemeye ne denli istekli olduklarına bağlıdır. Nitekim onlar için bu kitabın alışıldık felsefeyle ilişkisini ilk etapta görmeleri biraz zor olabilir. Hakiki felsefeciler her zaman yeni yaklaşımlara açıktırlar. Aslında bir yaklaşım gelecek vaat ediyorsa, ne kadar kökten yeniyse o kadar iyidir. Bu kitapta böyle bir yaklaşımı bulacaksınız.
* * *
Ne açıdan bakılırsa bakılsın Krishnamurti çarpıcı bir hayat sürmüştür. 11 Mayıs 1895’te Hindistan’ın Madras şehrinin kuzey batısında bulunan Madanape adındaki küçük bir kasabada dünyaya gelmiştir. On bir çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir ve yetişkinliğe adım atabilmiş altı çocuktan biri olmayı başarmıştır. Madras Üniversitesi’nden mezun olan babası Britanya Gelirler Dairesi için çalıştı. Annesi geleneksel bir Brahmin evini çekip çeviriyordu. Krishnamurti Brahminliğe giriş ritüelinden sonra resmi eğitimine başladı ama iyi bir öğrenci değildi.
On yaşına geldiğinde annesi öldü. Dört yıl sonra 1909’de babası Britanya İdaresi’nden emekli oldu ve Madras kentinin yakınında Adyar’daki Theosophical Society (Teosofi Cemiyeti) adlı cemiyetin şubesinde işe girdi. Bu iş anlaşması gereği Krishnamurti ve kardeşi Nityananda (Nitya) dâhil dört oğluyla birlikte Teosofi Cemiyeti’nin 260 dönümlük arazisinde küçük bir evde kalmaya başladı. O zamanlar çocuklarının hepsi çelimsiz ve zayıftı.
Teosofi Cemiyeti otuz dört yıl önce New York’ta Madam Blavatsky ve Albay Olcott tarafından kurulmuştu. Blavatsky Tibet’te yaşamış ve “Üstatlar”dan gizli ilimleri ve irfanı öğrenmişti. Sözü edilen Üstatlar düşünceleri ve çabalarıyla insanlığın seyrini yönlendirmek amacıyla yeni bir din kurmak için zaman zaman yeryüzüne gelen kişilerdi. 1882’de Blavatsky ve Olcott cemiyetin Adyar’daki yerleşkesini satın aldılar. Yedi yıl sonra Annie Besant cemiyete katıldı ve bir yıl sonra Charles Leadbeater ile tanıştı. İngiltere Kilisesi’nde eski bir rahip olan Leadbeater 1883’te cemiyete katıldı. Kendisine ruhsal güçlerini oldukça geliştirmiş bir insan gözüyle bakılıyordu. Diğer becerilerinin yanı sıra auraları görebiliyor, astral seyahatler yapabiliyordu. 1907’de Blavatsky ve Olcotto’un ölümünün ardından ve Krishnamurti’nin cemiyetin yerleşkesine gelişinden iki yıl önce Besant cemiyetin başkanı olmuştu.
Teosofi Cemiyeti’nin temelinde yatan esas, yedi kök soyun sırayla ortaya çıktığı bir yol üzerinde evrensel kardeşliğe doğru insanları sevk etme öğretisiydi. Kök soyların her birinin kökeninde bir dünya öğretmeni yeniden bedenlenip ruhsal bir mesaj verirdi. Sıradaki öğretmen Gautama Buddha’nın rolünü üstleneceği düşünülen Maitreya olacaktı. Teosofistin görevi Maitreya olacak çocuğu bulup yetiştirip eğitmekti.
1909 yazının başında yerleşkenin dışında gezinen Leadbeater’in dikkatini o zaman on dört yaşında olan Krishnamurti çekti. Krishnamurti’nin aurasından fevkalade etkilenen Leadbeater onun büyük ruhsal hoca olacağına oracıkta kanaat getirdi. Sonunda teosofistler Krishnamurti’nin Maitreya için fiziksel araç olacağına karar verdiler. Böylece Krishnamurti ve kardeşi Nitya yerleşkeye getirildi, yıkandı, giydirildi ve hatta Krishnamurti’nin dişleri düzeltildi. Onlara özel dersler verildi. Sonunda Bayan Besant, Krishnamurti’nin yasal velisi oldu. 1911’de sonradan “Order of the Star in East” (Doğu’da Yıldız Düzeni) adlı bir organizasyon kuruldu. Bu organizasyonun amacı yenidünya öğretmeni Krishnamurti’nin gelişini müjdelemekti.
Sonraki on yıl boyunca Krishnamurti ve Nitya, Avrupa’da eğitildi. Krishnamurti İngiltere’deyken analığı olarak gördüğü ve onun sayesinde İngiliz aristokrasisiyle tanıştığı Leydi Emily Lutyens’le yakın ilişki içinde oldu. Sandow’un spor salonunda spor yaptı, balelere, sinemalara, tiyatrolara, sanat galerilerine gitti ve bol bol seyahat etti. Bu dönemde golf oynadı ve araba motorunun aksamlarını söküp takmayı öğrendi. Ayrıca kapsamlı okumalar yaptı. Okuduğu yazarlar arasında Stephen Leacock, P.G. Wodehouse, Turgenyev, Dostoyevski, Nietzsche, Bergson, Shelley ve Keats vardı. 1921’de Krishnamurti Paris’e gidip Sorbonne’da eğitim aldı ve Sanskritçeyi öğrendi.
1922’de Krishnamurti ve Nitya Kaliforniya, Ojai’ye taşındı. Oradaki kurak iklimin Nitya’nın tüberkülozla mücadelesine iyi geleceğini umuyorlardı. O yılın yaz mevsiminde günlük meditasyonuna başlamasından kısa bir süre sonra Krishnamurti hayatını değiştiren bir deneyim yaşadı. Kendi ağzından dinleyelim:
“Yolu onaran bir adam vardı, o adam bendim. Elinde tuttuğu balta bendim; kırdığı taş benim bir parçamdı. Çimen tırmığı benim ta kendimdi. Adamın yanında duran ağaç bizzat bendim.”
Ertesi gün civardaki bir biber ağacının altında otururken başka deneyimler de yaşadı. Bu deneyimleri şöyle anlatıyor:
Gördüklerimden dolayı müthiş mutluydum. Hiçbir şey aynı olamazdı artık… Bütün acıları ve yaraları iyileştiren şefkate dokunmuştum, kendim için değil, dünya için. Bir dağın tepesinde durmuş kudretli Varlıklara bakıyordum. Asla karanlıkta kalamazdı. Şifa veren görkemli Işığı görmüştüm zira. Hakikatin çeşmesi bana gösterilmişti ve karanlık dağılıp kaybolmuştu. Bütün görkemiyle sevgi kalbimi mest etti; kalbim artık asla kapanamazdı. Saadetin ve ebedi Güzelliğin çeşmesinde sarhoş olmuştum.”
Krishnamurti kendini “Tanrının sarhoş ettiği” kişi olarak betimler. 1925 yılının Kasım ayında Nitya öldü ve Krishnamurti hayatının en derin kederini yaşadı.
Sonraki birkaç yıl boyunca kendini Teosofi’den uzak tuttu ve kendi öğretilerinin kimi özgün temalarını geliştirdi. Teosofi ile kesin kopuş 1929 yılının Ağustos ayında gerçekleşti. Cemiyetin üç bin üyesinin huzurunda “Doğu’da Yıldız Düzeni” organizasyonunu ilga etti ve süreç içinde kendi misyonunu şöyle beyan etti:
“Hakikatin yolsuz bir diyar olduğunu savunuyorum. Ona hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız. Benim görüşüm budur ve bu görüşe kayıtsız şartsız mutlak surette bağlıyım. Sınırsız, koşulsuz, hiçbir yolun varamayacağı hakikat organize edilemez, kurumsallaşamaz. İnsanlara yol göstermek veya onları bir yol üzerinde bir araya getirmek için hiçbir organizasyon kurulmamalı… Muhtemelen başka kurumlar kuracak, hakikat arayışı içinde başka organizasyonlara katılmaya devam edeceksiniz… Eğer bu amaçla bir organizasyon kurulursa o bir payanda, zayıflık, pranga olur ve bireyin gelişimini engelleyerek onu köreltir ve mutlak, koşulsuz hakikati kendi başına keşfetmesinde yatan biricikliğini tesis etmesine köstek olur… Ben kısmi, izafi olmadığım, özgür, koşullanmamış ve bütün olduğum için, ebedi hakikat olduğum için beni anlamak isteyenlerden beni takip etmemelerini, beni bir kafes haline getirip, bir dine, mezhebe dönüştürmemelerini, aksine özgür olmalarını istiyorum… Başkanı olduğum bu organizasyonu ilga etmeye karar verdim. Başka organizasyonlar kurup başka birine umut bağlayabilirsiniz. Bu beni ilgilendirmiyor. Yeni kafesler, o kafesler için yeni dekorasyonlar hazırlamak benim işim değil. Benim tek derdim insanları koşulsuz ve kesin özgürlüğe ulaştırmak.”
Ertesi yıl 1930’da Krishnamurti, Teosofi Cemiyeti’nden resmen istifa etti.
1931’de dinlenmek, meditasyon yapmak ve düşünmek için Ojai’ya döndü. Bu dönemde Leyli Emily’e mektup yazıp söylemek istediklerini kelimelere dökmede çektiği sıkıntıdan söz etti. Ne var ki yeniden yazmaya ve konuşmaya başladığında çarpıcı şekilde akıcı ve tutarlıydı.
1933 ile 1939 yılları arasında bolca yolculuk yapıp geniş dinleyici kitlelerine seslendi. Savaş sırasında seyahat yapma imkânı bulamadı ve çokça ziyaretçi ağırladığı Ojai’de nispeten bir inziva hayatı sürdü. Onu yazmaya cesaretlendiren Aldous Huxley’le yakın arkadaş oldu. Savaştan sonra Krishnamurti yolculuklara ve konferanslara yeniden başladı. Hayatının son kırk yılında yılda ortalama yüz konuşma yapıyor ve bu konuşmalarda genellikle birkaç binlik bir dinleyici kitlesine sesleniyordu. Ayrıca kendisini görmeye gelen küçük ziyaretçi gruplarıyla bizzat sohbet de ediyordu. Bu dönemde neşeli bir zamanında Kaliforniya’da Bertrand Russell, Charlie Chaplin, Greta Garbo, Aldous Huxley ve Christopher Isherwood ile pikniğe gitti. Yerel şerif kim olduklarına inanamadığı için seçilmiş piknik yerinden onları tahliye etti.
1953’te Eğitim ve Hayatın Anlamı adlı kitabını yazdı. Peşinden 1954’te Huxley’in önsözünü yazdığı İlk ve Son Özgürlük kitabını yayımladı. Sonra üç ciltlik Yaşam Üzerine kitabını yazdı. Çoğunlukla 1961 sonrasını içeren kişisel günlüğü Krishnamurti’nin Defteri eserini kaleme aldı. 1973 ile 1975 arasındaki yazılarını ve kendi adıyla okullara gönderdiği iki ciltlik mektupları Krishnamurti’nin Günlüğü adlı günlüğünde topladı. Son sesli günlüğü, Krishnamurti’den kendine Son Günlüğü 1983’te çıktı.
Krishnamurti’nin geri kalan kitapları (şimdilerde sayısı yüzü geçmiş olup halen artmakta) dünyanın çeşitli yerlerinden yaptığı konuşmalardan ve tartışmalardan derlenmiş kitaplardır. Çoğu zaman sıradan insanlara seslenmekle birlikte sık sık Nobel Ödülü sahibi Maurice Wilkins ve Jonas Salk, kuramsal fizikçi David Bohm ve Budist âlim Walpola Rahula gibi ünlü kişilerle de sohbet etmiştir. Bu konuşmaların çoğunun video kaydı mevcuttur. Bu video kayıtlardan örnekler Krishnamurti hakkında yapılmış filmlerde kullanılmıştır. Bu filmlerden ikisi: Krishnamurti: Değişimin Daveti ve Yalnız Yürüyen Kâhin. Ayrıca Krishnamurti’nin 1933 ile 1986 yılları arasında yaptığı konuşmalar ve tartışmalar CD-ROM formatında mevcuttur.
Krishnamurti 17 Şubat 1986’da Kaliforniya, Ojai’de pankreas kanserinden ölmüştür.